Biorezonans terapileri, son dönemde dünyada ve ülkemizde oldukça popüler hale gelen bir terapi yöntemidir. Bu yöntem, ilk kez 1970’li yıllarda Alman Dr. Franz Morell ve elektronik mühendisi Erich Rasche tarafından geliştirilmiştir. İlk çalışmalar, küçük elektriksel titreşimlerin insanın bütünü içinde belirli biyolojik etkiler yaratabileceği fikrini ortaya koysa da, bu titreşimlerin ölçülemeyecek kadar küçük olduğu ve cihaz ile kişi arasında temas olduğunda ölçülen “beyaz gürültü”nün aslında bahsedilen bilgiyi taşıdığı fikri o yıllarda sadece bir varsayım olarak kalmıştır.

Rezonans terapileri, canlı organizmayı elektromanyetik titreşimlerden oluşan bir sistem olarak değerlendirir ve cihazlar aracılığıyla gerçekleştirilen bu terapiler, organizmada enerji bazlı değişiklikler yapmayı amaçlar. Temelde biorezonans veya bioenerji stimulasyon terapileri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemleri olan homeopati ve akupunkturun birleşiminden oluşur. Bu nedenle biorezonans cihazının kullanımı ve amacını anlatmak için bu iki yöntemin temel prensipleri önemlidir.

Biorezonans, vücuttaki akupunktur sisteminin herhangi bir iğne veya başka bir akupunktur yöntemi olmaksızın cihazın giriş kısmına yerleştirilen homeopatik preparatın doğasında bulunan biyoenerji (frekans) ile rezonansa sokulmasını içerir. Cihazın işlevi, maddeye özgü bilinen frekansları vücuda aktarmaktan ibarettir. Buradaki amaç, meridyen sistemi veya vücuttaki enerji dolaşımını maddelerin enerjetik özelliklerini kullanarak değiştirmeye çalışmaktır. Zaman içinde edinilen tecrübe ile bu yöntemin bioenerjinin stimülasyonu olarak adlandırılmasının daha doğru bir tanımlama olduğu düşünülmüştür. Bu derleme, terapi şeklinin çalışma prensibinin, özelliklerinin, farklılıklarının, kullanım alanlarının ve literatürde bulunan çalışmaların topluca sunulmayı amaçlamaktadır.

BİOREZONANSIN DOĞUŞU

Rezonans, Fransızca kökenli bir fizik terimidir. Daha anlaşılır bir şekilde ifade etmek gerekirse, rezonans terimi iki frekansın uyum içinde olması durumunu ifade eder. Rezonans terapileri, vücuda dışarıdan verilen titreşimlerle etkileşime giren ve vücudun enerjetik doğasında değişiklik yaratmayı amaçlayan bir terapi modelini içerir. Bu terapi altında, farklı tip cihazlar ve yöntemlerle farklı teknolojiler bulunmaktadır.

Biorezonans, ilk kez 1970’li yıllarda Alman Dr. Franz Morell ve elektronik mühendisi Erich Rasche tarafından geliştirilmiştir. Bu cihaz, homeopatik ilaçlarla elektriksel olarak temas içinde olan bir verici ve bu sinyali alan, kişinin akupunktur noktası ile temas içinde olan bir alıcıdan oluşmaktadır. Sistem aktif hale getirildiğinde, aynı anda kişinin akupunktur noktalarının elektriksel direnci de (ayrı bir cihaz yardımı ile) ölçülmekteydi.

Cihazın gösterdiği şey, biorezonans sistemi aktif hale getirildiğinde, kişi için uygun ilaç cihaza yerleştirildiğinde ve sinyal gönderildiğinde akupunktur noktasının elektriksel direncinde değişim olduğudur. Bu gözlem, homeopatik ilacın etkinliğinin çok düşük elektromanyetik vibrasyonlar aracılığıyla gerçekleştiğini ve bu etkinin kişinin akupunktur noktalarındaki direnç değişiklikleri ile gösterilebileceğini ortaya koymaktadır. 1975 yılında ortaya atılan bu görüş, biorezonans cihazlarının temelini oluşturdu.

İlk çalışmalarda, küçük elektriksel titreşimlerin insanın bütünü içinde belirli biyolojik etkiler yaratabileceği fikri ortaya atılmış olsa da, bu titreşimlerin aslında ölçülemeyecek kadar küçük olduğu ve cihaz ile kişi arasında temas olduğunda ölçülen “beyaz gürültü”nün bahsedilen bilgiyi taşıdığı fikri o yıllarda sadece bir varsayımdı. Zaman içinde, bu fenomen ve mekanizması hakkında daha ileri teorik açıklamalar, Alman biofizik profesörü Fritz-Albert Popp tarafından yapıldı. Popp, insan vücudunun düşük frekanslardaki elektromanyetik titreşimlerini Biofoton teorisi ile açıklamıştır. Bu teoriye göre, canlılar çok düşük frekanslarda elektriksel titreşimler yaymaktadır ve bu titreşimlerin canlılık için üst düzey bir kontrol mekanizması olduğunu savunmuştur.

Temelde biorezonans veya bioenerji stimulasyon terapileri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemleri olan homeopati ve akupunkturun birleşiminden oluşur. Bu nedenle biorezonans cihazının kullanım şekli ve amacını anlatabilmek için bu iki yöntemin temel prensipleri önemlidir.

AKUPUNKTUR

Akupunktur, ilk kez Batı’ya Dabry (1853) ve Morant (1927) tarafından tanıtıldı. Çinlilere göre, her canlıda yaşamı yöneten bir enerji akışı bulunmaktadır, bu enerjiye “Chi” kuvveti denir. Chi, vücutta akupunktur meridyenleri adı verilen kanallarda akar. Akupunktur terapisi, temel olarak bu enerji kanallarındaki direnç noktalarına (akupunktur noktası) müdahale edilerek etki gösterir. Her akupunktur noktası, deride iç organlardaki rahatsızlıkları yansıtan belirli bir noktadır. Aynı akupunktur noktası, o organdaki bozuklukları tedavi etmek için de kullanılabilir. Noktaların yerleri spesifiktir ve belirli terapötik özelliklere sahiptir. Bu noktalarda yapılan terapi, ilgili organlarda hastalıkların gelişmesini engelleyebilir. Akupunktur noktalarının çoğu, akupunktur meridyenleri boyunca uzanır. Her nokta, hem ana meridyenler hem de yanları yoluyla birkaç organı etkilediği için çeşitli hastalıkları tedavi etmek için kullanılabilir. Bazı akupunktur meridyenleri negatif oryantasyonda iken, diğerleri pozitif oryantasyondadır. Çinliler, bunları Yin ve Yang olarak tanımlarlar. Ayrıca, akupunktur prensibinde Beş Element (simgesel adları: ateş, toprak, metal, su ve odun), enerji boylamları, dolu ve boş organlar kuramları da terapi için kullanılmaktadır. Temel olarak, bu kuramlar ışığında akupunktur felsefesinde organik bir patolojinin psikolojik bir rahatsızlığı tetikleyebileceği ve aynı şekilde psikolojik bir rahatsızlığın organik bir patolojinin sebebi olabileceği teorisi öne sürülmektedir.

HOMEOPATİ

Homeopatinin en temel prensibi, “benzer benzeri iyileştirir” (similia similibus curentur) prensibidir. Bu prensip, terapinin temelini oluşturur. Benzerlik prensibine göre, sağlıklı bir insanda birtakım şikayetlere neden olan madde, çok düşük dozlarda aynı şikayetlere sahip hastayı tedavi eder. Bu yaklaşım, aşılamaya benzer ancak aşılamada sağlıklı bireylere yapılır ve sonucunda koruyucu antikorlar gelişir. Homeopatide ise birtakım şikayetleri olan hastaya, aynı şikayetleri meydana getiren madde (seyreltilerek) verilir. Uygun maddenin belirlenmesi hastanın şikayetlerine dayanmaktadır. Eğer şikayet yoksa ilaç verilmez. Bu nedenle, homeopatide hastalık öncesi veya ameliyat öncesi koruyucu ilaç kullanılmaz. İkinci prensip, Minimal (infinitizemal) doz ilkesidir. “İnfinit” kelimesi sonsuz anlamına gelir. Homeopatik ilaçlar sistemik olarak milyonlarca kez seyreltilir ve bu süreçte madde genellikle saptanamaz hale gelir. Hasta, ilacın frekansını, yani bilgisini alır. Bu şekilde verilen ilaçların yan etkileri olmaz. Seyreltme arttıkça, maddesel düzeyden frekans düzeyine doğru geçiş artar ve bu yüksek seyreltilmiş homeopatik ilacın (yüksek potanslar) etkisinin daha derin olması beklenir. Üçüncü prensip, Bireysellik ilkesidir. Bu prensibe göre, konulan tanı ne olursa olsun, hastanın yaşadığı hastalığı hangi öznel bulgular ile deneyimlediği önemlidir. Örneğin, saman nezlesi tanısı ile gelen 5 hastanın her birine farklı ilaçlar verilecektir; çünkü saman nezlesi genel bulgularının yanı sıra, şikayetlerin artma veya azalma zamanı, hastanın beslenmesi, psikolojik durumu, mizacı ve ek şikayetleri farklıdır. Tüm bu farklılıklar, hastaya özgü terapinin belirlenmesine yardımcı olur. Dördüncü prensip, Bütünsellik ilkesidir; hastanın sadece başvurduğu şikayetler değil, eşlik eden şikayetler, hayat tarzı bilgileri (beslenme, uyku, cinsel hayat), hastalık geçmişi ve mizaç ele alınarak zihinsel, duygusal ve fiziksel, yani bütünsel bir terapi uygulanır. Beşinci prensip, Kanıtlama ilkesidir. Homeopatide kullanılan maddeler, sağlıklı insanlar üzerinde denendi. Gönüllü denekler, ilaçları kullandıktan sonra deneyimledikleri bulguları detaylı olarak kaydederler. Bu kayıtlar toplanarak Materia Medica adı verilen ve ilaçların bilgisini içeren kitaplarda derlenir. Bu çalışmalar sayesinde her ilacın düşük dozlarda neyi ve nasıl tedavi ettiği, aynı zamanda maddelerin toksik etkileri hakkında önemli bilgiler elde edilir.

BİOREZONANS CİHAZININ TEMEL İLKESİ

Biorezonans cihazları, her iki prensibin birleşimini öncelikli olarak benimseyen bir yaklaşımla çalışır. Kısacası, bu cihazlar, vücuttaki akupunktur sisteminin (akupunktur meridyenlerinin) herhangi bir akupunktur iğnesi veya başka bir akupunktur yöntemi kullanmaksızın, cihazın giriş kısmına yerleştirilen homeopatik preparatın (veya cihaza yerleştirilen biyoaktif maddenin) doğasında taşıdığı biyoenerji (frekans) ile rezonansa sokulmasını amaçlar. Cihazın temel işlevi, bir radyo gibi, maddeye özgü frekansları bilinen frekansları vücuda iletmekten ibarettir. Bu sürecin amacı, meridyen sistemi/enerji dolaşımının (elektronik homeopati olarak da adlandırılabilen ve homeopatiden bildiğimiz şekilde) maddelerin enerjetik özelliklerini kullanarak değiştirilmesidir. Yıllar içinde elde edilen deneyim, bu yöntemin bioenerji stimülasyonu olarak adlandırılmasının diğer isimlendirmelerden daha doğru bir tanımlama olduğu yönündedir. Eskiden “beyaz gürültü” olarak adlandırılan ve daha sonra “biofoton” teorileri ile açıklanan, insan vücudunun yaydığı bu fenomen aynı zamanda biyoenerji olarak tanımlanabilir ve bu cihazlar tarafından oluşturulan etkiler de “biyoenerji stimülasyonu” olarak adlandırılabilir. Dünya genelinde, 50 yıldan beri bu bütüncül yaklaşımı benimseyen doktorlar tarafından kullanılan bu yöntemin etkinliğini gösteren bilimsel çalışmalara geçmeden önce, bu cihazların işleyişini daha ayrıntılı bir şekilde açıklamak gerekmektedir. Cihazların çalışma prensipleri arasında bazı farklılıklar olabilir, ancak genel olarak cihazların işleyişi birkaç temel şekilde gerçekleşir.

A MODU: Cihaza Giriş Peteği Uygulama

A modu, cihaza giriş peteği aracılığıyla (maddenin konulduğu kısım) verilen bioenerjetik bilginin değiştirilmeden aktarıldığı durumları ifade eder. Bu durumlara A modu uygulamaları denir. Genellikle, homeopatik ilaçların enerjetik bilgisi sisteme aktarılması şeklinde çalışır. Örnek olarak, biyoenerjiye (biofotonlara) homeopatik ilaçlar aracılığıyla müdahale etme: Bu durumda, cihaza (frekans örneği olarak kullanılacak maddenin konulduğu giriş peteğine) homeopatik ilaç yerleştirilir ve cihaz, bu homeopatik ilacın bilgisi ile çalıştırılır. Cihaz, homeopatik ilacın çevresine yaydığı enerjiyi/elektriksel titreşimi, kişiye (kişinin ellerinde bulunan elektrodlar yardımıyla) A modunda, yani değiştirilmeden iletilir.

Ai MODU: Cihaza İnvert Edilmiş Bioenerjetik Bilgi Uygulaması

Ai modu, cihaza giriş peteği (maddenin konulduğu kısım) veya giriş elektrodu (vücut üzerine yerleştirilen elektrod-anten) aracılığıyla tanımlanan bioenerjetik bilginin sabit fazda invert edildiği (frekans bilgisinin ayna görüntüsünün ters çevrildiği) terapileri ifade eder. Bu terapilere Ai mod (invert) denir. Bu modun temel varsayımı, kronik, kronik dejeneratif veya akut hastalıklara ve vücuttaki fizyolojik olmayan değişikliklere fizyolojik olmayan elektriksel titreşimlerin eşlik ettiğidir. Biorezonansın temel mekanizması olarak, cihaz aracılığıyla yapılan “ters çevirme/invert etme” işlemi, patolojik/blokaj titreşimlerini sisteme eklenen ayna görüntüleriyle siler. Bilgilerin invert edilmiş kopyaları yoluyla silme işlemi, fizikte bir dalgaya tersi (tam ayna görüntüsü) eklenerek, ilk dalganın girişim (interferans) yoluyla silineceği analojisini takip eder.

Bu mod için bir uygulama örneği şu şekildedir:

a) Biyoenerjiye (biofotonlara) bireyin kendi vücut akıntıları üzerinden müdahale etme: Bu amaçla cihazın içerisine (frekans örneği olarak kullanılacak maddeyi içeren giriş peteğine) patolojik vücut salgısı örneği (örneğin enfekte bir yaradan alınan akıntı) konulur ve cihaz bu veri üzerinden çalıştırılır. Cihaz, patolojik vücut salgısının çevresine yaydığı enerjiyi/elektriksel titreşimi kullanarak çalışır. Ancak bu sefer, cihaz bu veriden aldığı frekans/enerji üzerinden frekans fazını sabit tutarak invert eder (ters çevirir, ayna görüntüsünü oluşturur). Amaç, patolojik frekansların sisteme tam ayna görüntüsünün verilerek ortadan kaldırılabilmesidir.

b) Biyoenerjiye (biofotonlara) problemli/hastalıklı vücut bölgeleri üzerine yerleştirilen anten/elektrod üzerinden alınan veri ile müdahale etme: Bunun için cihaza bağlı bir elektrod, vücut üzerindeki hastalık/problem alanına yerleştirilir ve cihaz bu şekilde çalıştırılır. Cihaz, vücut üzerinden (problem alanı üzerinden) aldığı frekans/enerji üzerinden frekans fazını sabit tutarak invert eder. Amaç, patolojik frekansın (enerjetik bozukluğun) sisteme tam ayna görüntüsünün verilerek ortadan kaldırılabilmesidir.

c) Biyoenerjiye (biofotonlara) bireyin bağımlı olduğu ya da vücudunu kirlettiği düşünülen maddeler üzerinden müdahale etme: Bunun için cihazın içerisine ilgili madde konulur ve cihaz bu veri üzerinden çalıştırılır. Cihaz, bu maddenin yaydığı enerjiyi/elektriksel titreşimi kullanarak çalışır. Ancak cihaz bu sefer yine bu veriden aldığı frekans/enerji üzerinden frekans fazını sabit tutarak invert eder (ters çevirir, ayna görüntüsünü oluşturur). Amaç, patolojik frekansın (enerjetik kirlenmenin) sisteme tam ayna görüntüsünün verilerek ortadan kaldırılabilmesidir.

Yukarıda belirtilen işlemler, cihazın etkin olduğu tüm frekans skalası üzerinde gerçekleştirilebileceği gibi, terapist tarafından belirlenmiş frekans aralıkları üzerinden de uygulanabilir. Yapılan işlemin etkisi, akupunktur nokta direnç ölçümleri yapan hekimler tarafından kullanılan farklı cihazlarla ölçülebilir. Cihaz, aktif bir terapi yöntemi değil, vücudun enerjetik durumunda değişikliklere yol açabilen bir katalizör olarak işlev görür. Bu yöntem, yalnızca kişinin kendi kendine iyileşme mekanizmalarını uyarabilmek amacıyla kullanılabilir. Bioenerjinin genelinde, kişinin denge halini güçlendirmek dışında herhangi bir yan etki yaratma olasılığı yoktur. Bu nedenle, aşağıda sunulan bilimsel çalışmalarda herhangi bir yan etki raporlanmamıştır.

Hipotezlerin etki mekanizmasıyla ilgili gücü hakkında günümüzde, biorezonans terapilerinin etki mekanizmalarını açıklamak için yukarıda verilen model, geleneksel tıp bilgileriyle öğretilen üniversite düzeyindeki klasik tıp bilgileriyle uyumsuz olabilir; çünkü hem homeopati hem de akupunktur prensipleri, güncel tıbbi literatürde tanımlanan kavramlar değildir. Ancak, bu yöntemin etkin olduğunu gösteren bir dizi bilimsel çalışma, farklı hastalık grupları üzerinde kanıtlar sunmuştur. Bu yöntemin etki mekanizması henüz tam olarak anlaşılamamış olabilir, ancak yine de bir terapi olarak kabul edilebilir, ki bu konuda homeopati ve akupunktur kendileri için de geçerlidir. Biorezonans, literatürde uzun bir geçmişe sahiptir ve preklinik ve klinik araştırmalarda yer almıştır.

Preklinik Çalışmalar:

Bu temel prensipler ışığında, biorezonansın uygulama prensiplerini açıklamak ve kullanım alanlarını değerlendirmek amacıyla bir dizi preklinik çalışma yürütülmüştür. Örneğin, Thomas ve ekibi (2000), elektronik olarak iletilen forbol-miristat asetat (PMA) ile insan nötrofillerinin aktivasyonunu inceledikleri bir çalışmada, uygun bir osilatöre bağlı bir bobin üzerine PMA içeren bir kaynak tüp yerleştirildiğinde, birkaç metre ötedeki ancak aynı osilatöre bağlı başka bir bobin üzerinde bulunan bir test tüpündeki nötrofillerin süperoksit ürettiğini göstermiştir. Bu etkinin, kaynak tüpte aktif olmayan bir PMA analoğu mevcut olduğunda oluşmadığı sonucuna varılmıştır.

Korembaum ve ark. (2006), absorpsiyon spektroskopisi kullanarak elektronik homeopatik kopyalama etkisini doğrulamak amacıyla 7 homeopatik nosodu değerlendirdikleri bir çalışmada, plasebo grubu ile anlamlı fark olduğunu ve elektrohomeopatik transferin mümkün olduğu sonucuna varmışlardır.

Heredia-Rojas ve ark. (2011) tarafından yapılan bir deneysel çalışmada, Entamoeba histolytica ve Trichomonas vaginalis’in Metronidazol elektro transferli su ile trofozoit büyümesinin inhibisyonu incelenmiştir. Bu çalışmada, özel bir prosedür olan “maddeden maddeye geçiş” kullanılarak bir biorezonans cihazında işlenen su örnekleriyle işlendikten sonra hem E. histolytica hem de T. vaginalis trofozoit büyümesinde istatistiksel olarak anlamlı bir azalma gözlemlendiği rapor edilmiştir.

Kullanım alanları

Biorezonans terapileri, klinik çalışmalarda birçok farklı endikasyon için test edilmiş durumdadır. Alerjiler, biorezonansın ilk kullanım alanını oluşturmakta ve bu nedenle konuyla ilgili yapılan klinik araştırmalar dikkat çekmektedir. Bununla birlikte, preklinik çalışmaların farklı alanlarda denemeler yapıldığını ve uygulayıcıların çeşitli endikasyonlar için vaka bazlı olumlu sonuçlar elde ettiklerini göz önüne alarak, kullanım alanına dair çalışmalar farklı alanlarda da yürütülmüştür.

Alerji ve Astım:

Yang ve ekibi (2004), alerjik bronşiyal astım hastalarında yaptıkları çalışmada hastaları iki gruba ayırmışlardır. Birinci grup sadece biorezonans terapisi almışken, ikinci gruba rutin uygulanan terapiler (antialerjikler, kortikosteroidler gibi) uygulanmıştır. Altı ay sonra yapılan değerlendirmelerde biorezonans terapisi alan grupta istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar elde edildiği gösterilmiştir. Huang ve ekibi (2005), alerjik rinit ve alerjik bronşial astım hastaları üzerinde yaptıkları çalışmada, biorezonans terapisi alan gruplarda konvansiyonel terapilere göre daha iyi sonuçlar elde edildiğini ortaya koymuşlardır. Feng ve ekibi (2005) tarafından yapılan çalışma, 150 çocuk hastada alerji terapisinde biorezonans kullanımının etkili olduğunu ve herhangi bir yan etki profiline sahip olmadığını göstermiştir. Liu ve ekibi (2013) ise 36 alerjik rinit tanılı hastada yaptıkları çalışmada, semptomlar ve dermatophagoides pteronyssinus spesifik IgG4 seviyelerinde anlamlı farklar olduğunu göstermişlerdir.

Ağrı ve Artroz:

Artrozlar, biorezonansın etkili olduğu bildirilen diğer bir endikasyondur. Maiko ve Gogoleva (2000), artroz hastalarında biorezonans terapisinin etkinliğini değerlendirmek amacıyla yapılan bir çalışmada, biorezonans terapisi ile hastaların %94’ünde etkili bir iyileşme sağlandığı ve bunun istatistiksel olarak anlamlı olduğunu göstermişlerdir. Fibromiyalji ağrısı konusunda Gogoleva (2000) tarafından yapılan bir başka çalışmada ise biorezonans terapisinin etkinliği araştırılmıştır. Biorezonans terapisi alan grupta terapi etkinliğinin kontrol grubuna göre daha anlamlı olduğu, klinik faydanın daha erken sağlandığı ve terapinin etkinliğinin daha belirgin ve uzun süreli olduğu bildirilmiştir. Musküler sendrom indeksi ile kontrol grubunda %37 düzelme, biorezonans grubunda ise %72,4 düzelme olduğu gösterilmiştir.

Fibromiyalji:

Gogoleva (2000) tarafından yapılan bir çalışmada, fibromiyalji hastaları üzerinde biorezonans terapisinin etkinliği araştırılmıştır. İki grup incelenmiş, birinci grup sadece manuel terapi almışken, ikinci grupta ise manuel terapi ile birlikte biorezonans terapisi uygulanmıştır. Her iki grupta da etkili bir terapi sağlandığı ancak biorezonans terapisi alan grupta terapi etkinliğinin incelenen tüm parametrelerde daha anlamlı olduğu ve klinik faydanın belirgin derecede daha erken sağlandığı belirtilmiştir. Musküler sendrom indeksi ile kontrol grubunda %37 düzelme, biorezonans grubunda ise %72,4 düzelme olduğu gösterilmiştir.

Yukarıda bahsedilen çalışmalara dayanarak, literatürde biorezonans terapisinin faydalı olduğu sonucu ortaya konmuştur.

Diğer Gruplar

Herrmann ve ekibinin Almanya’da gerçekleştirdiği retrospektif bir araştırmada, 1998 ile 2008 yılları arasında konvansiyonel tedavilere rağmen iyileşme kaydedilemeyen veya sınırlı olan 935 hastaya biorezonans terapisi uygulanmış ve elde edilen sonuçlar retrospektif olarak analiz edilmiştir. Hastalar, sadece biorezonans ve biorezonans + zapper alanlar şeklinde iki gruba ayrılmıştır. Hastaların yarısından fazlasının 56 yaşının üzerinde olduğu, yaklaşık üçte birinin ise 36-55 yaşları arasında bulunduğu belirtilmiştir. Endikasyonlar alerjiler (polen alerjisi, alerjik astım ve gıda intoleransları), ağrı (romatizma, nevraljiler, migren, poliartritler, romatoid polimyalji), enfeksiyonlar (dental inflamasyonlar, sinüzit, nevritler, mide inflamasyonları ve çeşitli viral bakteriyel ve paraziter hastalıklar) olarak sınıflandırılmıştır. Yalnızca biorezonans ile tedavi edilen grupta hastaların %83.3’ünde (N = 296) terapiye çok iyi ila tatmin edici yanıt verildiği değerlendirilmiştir. Alerji alanında (N=169) terapötik etkinliğin genel olarak olumlu değerlendirilmesi %88.2, ağrı alanında (N=85) %85.9 ve enfeksiyonlar alanında (N=78) %96.1 olarak bildirilmiştir. Sonuç olarak hastaların yaklaşık yarısında (%48.8) en fazla 5 seanslık bir terapinin yeterli olduğu belirlenmiştir. Aktif artroz, polimyalgia romatika, postoperatif nevraljiler gibi durumlar için ise genellikle 10 seans ve daha fazlasına ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. Bu tedavi sürecinde herhangi bir tıbbi müdahale ve terapinin kesilmesini gerektiren yan etki raporlanmamıştır.

SİGARAYI BIRAKTIRMA

Sigarayı Bıraktırma konusunda ülkemizde birçok terapist ve merkezin biorezonans terapisini kullandığı bilinmektedir, ancak net bir veri bulunmamaktadır. Karadağ ve ekibinin yaptığı bir çalışmada, 1338 katılımcı üzerinde biorezonans terapisi uygulayan kişilerin %94,1’inin bu uygulamayı etkili bulduğu, %80,6’sının biorezonans sonrasında ilk 7 günü nikotin replasmanı ya da başka bir ilaç kullanmadan sigara içmeden geçirdiği bildirilmiştir. Bir ay sonunda sigara bırakma oranı %69,13 olarak bulunmuştur (25). Pıhtılı ve ekibinin (2014) çift kör randomize kontrollü çalışmasında, 100 kişiye biorezonans sigara bırakma uygulaması, 100 kişiye ise plasebo uygulanmıştır (cihaz çalışır gibi görünse de aslında işlem yapmamaktadır). Bu çift kör çalışmada, terapist uygulanan terapinin türünü bilmemektedir. Çalışmanın sonucunda, 1 yıl boyunca takip edilen kişiler arasında biorezonans uygulanan grupta sigara bırakma oranının plasebo uygulanan gruptan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu bulunmuştur.

SONUÇ:

Biorezonans terapileri, şu anki çalışmalara göre etkili gibi görünse de, daha fazla bilimsel araştırma ve veri toplanması gerekmektedir. İncelenen literatürde, biorezonans terapisinin özellikle konvansiyonel tıbbın yetersiz kaldığı durumlarda destekleyici amaçla kullanılma potansiyeli olduğu ortaya çıkmaktadır. Kronik hastalıklarla başa çıkma ve bağımlılıkla mücadele gibi alanlarda etkili olabileceğine dair çalışmalar bulunmaktadır. Biorezonans terapileri, hem dünya genelinde hem de ülkemizde giderek daha popüler hale gelmekte ve hastalardan artan talep görmektedir. Gelecekte daha da yaygınlaşması muhtemel olan bu terapiler, hekimler için kısa süreli eğitimlerle klinik uygulamalara eklenme potansiyeline de sahiptir.

Arayınız...